Doç. Dr. Mustafa Yavuz ile Biyoloji Felsefesi Üzerine

Son dönem çalışmalarını “Canlı Bilimleri Felsefesi ve Tarihi” başlığı altında kavramsal ve kuramsal bir çerçevede sürdüren Doç. Dr. Mustafa YAVUZ¹ ile Biyoloji Felsefesi Üzerine bir röportaj gerçekleştirdik, keyifli okumalar.


Biyoloji felsefesi nedir?

Biyoloji felsefesi, biyoloji bilimince üretilen bilgilerin, verinin ya da bilimsel bilginin felsefi bir gözle değerlendirildiği; epistemolojik, ontolojik –yani metafiziksel veya epistemolojik diyebiliriz buna– değerlendirildiği bir alandır. Aynı zamanda etik de burada tabii söz konusudur.

Bir doğa filozofu Aristoteles’e biyolog dememiz yanlış olur mu?

Olmaz. Çünkü zaten bu, tam olarak bilmiyorum ne zamandan başladığını ama oldukça uzun bir süredir Millî Eğitim müfredatındaki, biyoloji müfredatındaki –9. sınıflarda özellikle vardı diye hatırlıyorum– ders kitaplarımızda da bu şekilde zaten kabul edilir ve söylenir. Aristoteles ilk biyologdur.

“Doğa filozofu Aristoteles” ifadesini belki güncellememiz gerekir bizim. Şöyle ki, Aristoteles öncesinde de biyoloji alanına girdiğini kabul edebileceğimiz bazı çalışmalar elbette ki başka filozoflarca yapılmış. Ama Aristoteles, bunları sistematik hale getiren, bildiğimiz ilk doğa filozofu olmuştur. Hatta büyük bir ihtimalle Aristoteles’in felsefi sistemi, aslında biyoloji üzerinden temellenir dememiz hiç de yanlış olmaz. Eserlerinin toplamının %25’i  biyoloji odaklı olduğu için, en azından başlık ve içerik itibariyle bunu söyleyebiliriz.

Biyofelsefe, biyoloji felsefesinin bir alt dalı mı? İki kavram arasındaki farkı neler belirliyor?

Biyofelsefe ile ilgili çok büyük bir literatür yok. Çünkü zaten biyoloji felsefesi alanı oldukça yeni. 20. yüzyılda ortaya çıkıyor özellikle. Burada şöyle bir ayrım yapmak mümkün olur: Biyoloji felsefesi başlığını taşıyan kitapları mı dikkate alacağız, yoksa kategori olarak biyoloji felsefesine giren çalışmaları mı dikkate alacağız? Bu bağlamda mesela Lamarck’ın da, Charles Darwin’in de evrim görüşleri, biyoloji felsefesi kategorisinde değerlendirilebilir.

Biyofelsefeye gelince… En başta yaptığım biyoloji felsefesi tanımı, sanki biyofelsefeye biraz daha uygun. Ama burada şöyle bir şey var: Literatürden anladığım kadarıyla, birkaç kitapta geçiyor biyofelsefe terimi. Özel olarak, doğrudan biyoloji bilgisinden hareketle felsefedeki bazı soruları çözme denemesi diye tanımlamışlar mesela biyofelsefeyi. Benim buradan anladığım, en başta söylediğim gibi, biyoloji felsefesi daha geniş bir alan. Fakat bunun altında biyofelsefe bir alt küme gibi duruyor. Biyoloji biliminden hareketle üretilen felsefi üretime her türlü biyofelsefe demek mümkün görünüyor şu anda – kitap, makale fark etmeksizin.

Teoman Duralı’nın bir eserinde belirttiği “felsefe-bilim” kavramı var. Felsefe-bilimde, “felsefede özellikle metafiziği, bilimde de biyolojiyi öncelediğini” söyler. Bunu İngilizce kitabında yapıyor. Ona göre felsefe-bilim, biyoloji biliminden kalkar. Tam ifadesi bu – ya da buna benzer bir şey. İlk kitabında da bunu söylüyor. Bu, şu demek değil: “Teoman Duralı biyoloji felsefesinde çok büyük bir çığır açmıştır,” demiyoruz burada. Fakat ülkemizin tarihinde biyoloji felsefesine dair başlıklı bir doktora tezi ve ilk doktora tezini yapan kişi olduğu için, tarihsel olarak da Teoman Duralı’dan bahsetme gereği hissediyorum.

Auguste Comte’a göre biyoloji, karmaşıklık açısından matematik, fizik ve kimyaya göre daha önde. Bunun biyoloji felsefesine etkileri nelerdir?

Şöyle bir durum var burada. Biyoloji, karmaşık bilimlerden bir tanesi. Çünkü neden? Çünkü incelediği nesne –yani kendisine nesne edindiği kavram– özel olarak canlı. Canlıların iç dünyalarındaki ilişkiler, yani bedendeki ilişkileri, canlıların birbirleriyle ilişkileri, canlıların cansızlarla ilişkileri… Hepsi aslında biyoloji biliminin odak noktasında.

Bir canlıyla çalışırken dikkate almamız gereken pek çok parametre, girdi, veri, data olduğundan yorum yapmak giderek zorlaşıyor. Yani biyoloji biliminde bilimsel bilgi üretmek, diğer bilimlerdeki bilimsel bilgi üretimine nazaran bazı kısıtlar veya zorluklar içeriyor. Bunlar sadece teknolojinin gelişmesiyle çözülebilecek sorunlar ya da problemler değil; doğrudan nesnenin farklı olması sebebiyle böyle bir durum söz konusu. Haliyle bunun biyoloji felsefesinde bir yansıması var. Mesela biyoloji felsefesinde determinizm gibi, nedensellik gibi, öznellik gibi, zihin felsefesi gibi pek çok konu biyoloji felsefesiyle de bağlantılı. Etkilerini henüz tam olarak kavradığımızı iddia edemeyeceğim açıkçası. Yani biyoloji felsefesi alanındaki –özellikle yerli üretime baktığımızda– bu felsefi külliyat diyebileceğimiz makalelerin, kitapların içerisinde biyoloji ne kadar konuşuluyor, ne kadar varlık gösteriyor? Burada bir soru işareti var.

Felsefecilerin, filozofların daha biyoloji odaklı, biyolojik bilgi –yani bilimsel bilgi– odaklı bir felsefe yapıyor olmaları, kanımca onların ellerini ileride güçlendirecektir diye düşünüyorum. Böyle bir şey söyleyebilirim bu soruda.

Biyoloji felsefesinin statik değil de daha dinamik bir süreç olan “süreç ontolojisi” olarak nitelendirilme sebebi nedir? Bunu örneklerle destekler misiniz?

Şimdi, biyoloji felsefesini doğrudan süreç ontolojisi olarak nitelendirmiyoruz. Biyoloji felsefesinde süreç ontolojisi, en güncel ontolojik yaklaşımlardan bir tanesi. Bunu belirtmemiz gerekir. Bu yaklaşım özellikle John Dupré ve Daniel Nicholson gibi isimler tarafından tekrar gündeme getirildi. Daha önce Alfred North Whitehead tarafından da dile getirilmişti. Dupré, kitaplarında ve makalelerinde sıklıkla Herakleitos’a ve Whitehead’e atıfla bu konuya giriş yapar. Belirli bazı sorunlarımızı ya da daha doğrusu “sorunsalları” çalışmak için süreç ontolojisi daha fazla açıklama imkânı sunuyor. O yüzden süreç ontolojisi şu anda popüler. Buradaki popülerliği bir çeşit “moda” olarak düşünmek doğru değil.

Bilimin tarihine baktığımızda, farklı yüzyıllarda farklı açıklama modelleri ön plana çıkmıştır. Mekanikçi bir bakış gibi, vitalist ya da daha böyle cancı, ruhçu bir bakış gibi… Şimdi de organizm, organikçilik ya da organizmacılık ön planda.Süreç ontolojisi, çalıştığımız pek çok soruyu daha farklı bir biçimde ele alma imkânı sunuyor. O yüzden bizim için son derece önemli ve güncel bir konu.

Bugünlerde soyu tükenmiş canlıları tekrar diriltmek popüler bir konu hâline geldi. Halk da haberlere ilgi gösteriyor. Son günlerde de Dire (Ulu) Kurt’un 10.000 yıl sonra tekrar gün yüzüne çıktığına tanık olduk. Nitekim, yünlü mamutları geri getirme projeleri de yürüten Colossal Biosciences şirketi bir yünlü fare elde etti. Genlerle oynayarak yeni bir tür elde etmek veya soyu doğal yollarla bir şekilde tükenmiş canlıları tekrar hayata döndürmek, “süreç ontolojisi” açısından ne kadar makul bir yaklaşım sayılabilir?

Aslında bu durum süreç ontolojisi açısından çok da problem çıkarmaz. Çünkü süreç ontolojisine göre yaşamın kendisi zaten bir süreçtir. Canlıların yapıları da kalıcı değil, sürece bağlı olarak değişen yapılardır. Yani canlının kendisinin yapısı da bir süreçtir. Dolayısıyla burada genlerle oynanması, yeni bir tür, varyete veya ırk elde edilmesi; soyu tükenmiş bir canlının –Jurassic Park’takilere benzer şekilde– yeniden hayata döndürülmesi ya da bizim Hitit buğdaylarında yaptığımız gibi çalışmalar, süreç ontolojisi için büyük sorunlar teşkil etmez. Hatta tam tersine, süreç ontolojisinin destekleyeceği gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Ama tabii şöyle bir soru işareti burada gündeme gelebilir. Örneğin, Hitit döneminde yetiştirilen buğdayı günümüzde tekrar diriltip arazilerimize ekmemiz durumunda, buğday verimimizin düşeceği aşikâr. Çünkü zaman içinde insanın yapay seçilimle geliştirdiği, elde ettiği; günümüzde tarlalarımıza ektiğimiz Anadolu buğday ırklarını, özel bazı çalışmalarla tekrar diriltilmiş bir Hitit buğdayı ile değiştirmek  yani güncellemek  ekonomik ve tarımsal açıdan bir risk midir, değil midir? Bu, sadece biyoloji felsefesinin veya biyoloji biliminin cevaplayacağı bir soru değil. Bu yüzden Tarım Bakanlığı’nın da, ekonominin de hatta biyopolitikanın da gündemine girer böyle bir konu. Dolayısıyla farklı disiplinlerce ele alınması gereken bir mesele olarak karşımıza çıkar.

Buradan aklıma şu da geliyor  soruda doğrudan geçmiyor ama bağlantılı bir konu: Yapay bir canlı üretildiğinde durum ne olur? Henüz yapay canlı üretilmedi ama diyelim ki üretildi. Diyelim ki yeryüzünde şimdiye kadar hiç görmediğimiz, 2 milyondan fazla canlı türünün dışında bir tür insanoğlu tarafından üretildi.

Bu durum bir çeşit tanrısal güç gibi değerlendiriliyor bazıları tarafından. Diyelim ki biz bunu yaptık. Şimdi bunun getirisi nedir, götürüsü nedir? Yeni hastalıklar ortaya çıkar mı? Bitki örtüsü değişir mi? Beslenme rejimimiz değişir mi? Ekolojik denge – inişli çıkışlı bir denge bu zaten – bozulur mu?

Tüm bunlar ayrı ayrı tartışma konusu olabilir.

2023 yılında Felsefe Dünyası dergisindeki bir makalenizde, Türkçedeki “canlılık” (vitality) ve “hayat” (life) kelimeleri arasındaki ayrıma dikkat çekerek biyoloji teriminin kökenini sorgulamış ve “canlı bilimi” gibi bir terimi önermiştiniz. Bu dilsel ve kavramsal ayrım, biyolojinin temel nesnesi olan “yaşamı” tanımlama girişimlerini nasıl etkiler? ²

Bu soru çok güzel bir soru olmuş.

Şöyle; “canlı bilimi” gibi bir terim önermiştim. Bunu bazı makalelerimde dile getirmiştim, 2023’teki makaleye de atıf yapılmış burada. Biyoloji bilimini bir üst bilim olarak düşünüyordum o yazıda. O yüzden adı “canlı bilimi” olsun istemiştim. Çünkü odağında “canlı” var. Hatta “canlı bilimleri” olarak çoğul kullanıyordum.

İçinde botaniğin, zoolojinin, tarımın, veterinerliğin, hatta tıbbın, eczacılığın ve benzeri pek çok bilimin yer aldığı bir üst çerçeve olarak düşündüm canlı bilimini. Bu dilsel, kavramsal ayrım, biyolojinin temel nesnesi olan yaşamı tanımlama girişimlerini nasıl etkiler? Şimdi, soruyu şöyle sormak lazım: Biyolojide biz temel nesne olarak yaşamı mı ele alıyoruz gerçekten, yoksa canlıyı mı?

Yaşamı ele aldığımızı varsaysak bile, biyoloji biliminde bizim yaşam üzerinde deney yapma –yani ampirik bir bilim olduğu için söylüyorum– deney yapma imkânımız çok kısıtlı görünüyor. Bunu doğrudan yapamıyoruz. Biz aslında canlının üzerinde deneyler, gözlemler yapıyoruz. Canlının üzerinde yaptığımız bu deneylerin ve gözlemlerin sonucunda o canlının yaşamı ya da canlılığıyla ilgili yorumlarda bulunuyoruz. 

O yüzden ben hem biyoloji biliminde hem de “canlı bilimleri” tanımında bu şekilde bir ayrım olduğunu defalarca dile getirdim.

Yapay genel zekâ ile çok işlevli robotlar üretilmeye başlandı. Bunlar konuşabiliyor, hareket edebiliyor. Canlı sayılır mı?

Canlı sayılır mı, sayılmaz mı sorusu… Bana göre sayılmaz. Ama bu sadece bana göre midir? Niçin bir nesneyi canlı kabul edeceğiz ya da etmeyeceğiz? Bunu hangi ölçüte, kritere göre yapacağız? O yüzden bize, her şeyden önce bir “canlılık” tanımı gerekir. Canlılık tanımının ardından da “canlı”nın ne olduğunu konuşmamız gerekir. Mesela sadece organizmalara mı canlı diyeceğiz? Yoksa hücrelere de canlı diyecek miyiz? Simbiyoz gösteren canlı birliklerine canlı diyecek miyiz? Gibi gibi… Farklı sorular ortaya çıkıyor. Bunların her birine cevap verdikten sonra ancak yapay zekâya veya başka bir şekilde ortaya çıkan yeni nesnelere “canlı” deyip diyemeyeceğimizi tartışabiliriz. Bana göre değil.

Niçin değil? Literatürdeki –ve aynı zamanda benim de katkıda bulunmaya çalıştığım– canlılık tanımlarına göre, şu anda yapay zekâyı ya da onun ürettiği herhangi bir şeyi canlı kabul etmek doğru değil. İngilizcede “vital”, “vitality” (canlılık) demek. Bir de yaşam için “life” terimi daha çok kullanılır. Ama mesela posthümanist akımlardaki “yeni materyalizm”de “vital materialism”, “vital matter” ya da “vibrancy” (titreşim, kıpraşım) gibi kavramlar da geçer. Türkçeye de bu şekilde çevrildi ya da çevriliyor. En makul çeviri şu an için bu gibi görünüyor. Ama bütün bunları “biyolojik canlılık”tan şimdilik ayrı tutmak, daha makul ve mantıklı olur.

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO’lar), sağlık üzerindeki potansiyel etkileri konusunda etik tartışmalara yol açarken, aynı zamanda küresel gıda krizleriyle mücadelede önemli bir çözüm sunmaktadır. Bu konuya yarı olumlu–olumsuz bir yaklaşımla mı bakmak gerekir?

Tabii ki bu, sadece GDO için değil, yeni ortaya çıkardığımız her tür canlı ya da çıkarabileceğimiz canlı, canlılık ya da bilimsel bilgi için de böyle bir şey söz konusu. Yani, olumlu-olumsuz tarafları nelerdir, bunların nasıl ele alınması gerekir?

Şöyle bir sıkıntımız oluyor burada genellikle: GDO’lu bir biyolojik varlık –canlı bir varlık– ürettiğimizde, bunun sonraki nesiller üzerindeki biyolojik etkilerini, genetik etkilerini tespit edebilmemiz için daha fazla veriye ihtiyacımız oluyor. Ama pratikte bu uygulamalar o kadar kısa sürede gerçekleşmiyor.Şöyle örneklenebilir: Çernobil faciasından sonra, Doğu Karadeniz bölgesinde tüketilen çayların o dönemde sağlığa zararlı olmadığı iddia edilse bile, sonraki 20-30 yıl içinde kanser vakalarının artmasıyla, aslında bunun Çernobil’e bağlanabileceği bilimsel olarak ileri sürüldü.

Aynı şey GDO’lar için de geçerli olabilir. Bugün tükettiğimiz GDO’lu besinlerin olumsuz etkileri, bedenlerimizde ya da gelecek kuşakların bedenlerinde, 20-30 veya daha uzun bir süre sonra ortaya çıkabilir. Böyle bir durum söz konusu. O yüzden bazı durumlarda temkinli olmak elbette gerekir. Yani ekonomik hırslarla canlı dünyasına müdahale etmenin sonuçlarını biz değil de gelecek kuşaklara ödetiyor olabiliriz.

Burada çok ince, etik ayrımlar yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Biyolojik çeşitlilik bakımından zengin bir ülkede yaşıyoruz. 15 yıl içinde öngörülen su krizi, göllerin kuruması, kuraklık gibi felaketleri önlemek için geç mi kalındı? Kalınmadıysa bir biyolog olarak öneriniz nedir?

Geç kalmak… Yani şöyle bir şey var burada: Bazı felaketleri çevresel olarak şöyle düşünebiliriz. Küresel bir su darlığı, hatta su kıtlığı bizi bekliyor. Bir de işin lokal, yerel ve yöresel kısmı var. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin anavatanı, Anadolu Yarımadası özellikle –Trakya Yarımadamız da var– bu topraklar söz konusu olduğunda, herhangi bir şey için “geç kaldık” demek bir umutsuzluk belirtisidir. Zararın neresinden dönülse kârdır elbette. Ülkemiz, su zengini bir ülke kategorisinde değildir maalesef. Dolayısıyla bir biyolog olarak önerim şudur: Suyun en çok tüketildiği şehir hayatında, biz bireylerin –vatandaşların– su tasarrufu yapması gerekir. Su, insan olarak bizim üretemediğimiz doğal kaynakların en başında gelir. Yaşamak için her canlının suya muhtaç olduğunu, insan bedeninin yaklaşık %70 ila 75’inin sudan oluştuğunu bildiğimizden… Yani bir anlamda “yürüyen su damacanaları” olduğumuzu da söyleyebiliriz. Dolayısıyla içme suyu kalitesindeki suyu, gerçekten tasarruflu bir biçimde kullanmamız gerekir gündelik şehir yaşamında. Aynı zamanda tarımda kullanılan su da, sanayide kullanılan su da tabii söz konusu. Her ikisi de doğrudan üretime etki edebilecek faktörler.

Neler yapılabilir? Böyle çalışmalar lise öğrencileri arasında düzenlenen proje yarışmalarında da gördüm. Mesela daha kurak arazilerde yetişen bitkiler, susuz tarımla ya da az suyla yapılan tarımda hangi bitkiler yetişir, bunlardan hangi besinler elde edilir tarzı projeler mevcut. Bunları pilot uygulama gibi düşünebiliriz. Ola ki günün birinde ülkenin güneyi bir kuşak halinde – daha güneydeki Ortadoğu iklimine benzer bir iklime – maruz kalırsa… Ki bu da Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgemizi doğrudan etkileyebilir gibi görünüyor. Yani şöyle bir durum söz konusu: Kuşakların aşağıdan yukarıya, güneyden kuzeye doğru kayması gibi bir süreç yaşanıyor. Bu nedenle ülkemizin yeşil alanlarının giderek azalması gibi bir durumla karşılaşabiliriz. Bu da kış aylarında bazı illerde hava kirliliğiyle karşılaşmamız, üretim rekoltesinin özellikle meyve ve sebze gibi bazı alanlarda daralması, çiçekçilik sektörünün etkilenmesi gibi sonuçlar doğurabilir. Bunlarla ilgili geniş çaplı politikaları, tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin düzenlemesi gerekir. Vatandaşlar, bireyler olarak biz, ancak suyun tasarruflu kullanımından sorumluyuz. Bu da her vatandaşımızın üzerine düşen bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de biyoloji felsefesi yeteri kadar ilgi görüyor mu? Türkçe literatür sizce hak ettiği yerde mi?

Değil. Neden değil? Çünkü Türkiye’de biyoloji yeterince ilgi görmüyor. Kaldı ki biyolojinin felsefesi…

Biyoloji felsefesinde Türkçe –burada “Türkiye’de” diye sorulduğu için– ve Türkçe literatür dendiği için söyleyeyim: Aslında üretim hâlâ yeterli görünmüyor. Neden? Ülkenin biyolojik kaynakları, pek çok Avrupa ülkesiyle kıyaslanabilecek durumda. Avrupa ülkeleriyle –yüzölçümleri açısından– Türkiye’ye yakın olanları kıyasladığımızda, benzer parametrelere sahip birkaç ülke çıkar: Mısır, İran gibi. Yani yüzölçümü, bitki örtüsü, nüfus yoğunluğu gibi verilerle ancak bu tür ülkelerle karşılaştırabiliriz. Şimdi, bu çerçevedeki ülke sayısı dünya üzerinde zaten çok fazla değil. Hem iklim hem coğrafya açısından bize yakın ülkelerle nüfus ve yüzölçümünü karşılaştırdığımızda, üretim kapasitemiz aslında oldukça yüksek. Besin üretimi bir numarada olduğu için, besin üzerinden; su ve su kaynakları üzerinden yürütülecek tartışmalar ancak biyoloji bilgisiyle yapılabilir. Yani biyolojik bir perspektif gerektirir.

Peki, biyoloji felsefesi burada nerede durur?

Biyoloji felsefesinde tartışılan konular, sadece tarımsal üretim değil tabii ki. Etik, ontoloji, epistemoloji gibi birçok felsefi mesele de ele alınır. Ama biyoloji felsefesi alanında ciddi üretimler yapan bazı ülkelere baktığımızda –özellikle Batı Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri –orada zaten oturmuş bir bilimsel kültür olduğunu görüyoruz. Aynı durum, hem bilim tarihi hem bilim felsefesi alanları için geçerli. Yani biyoloji tarihi ve biyoloji felsefesi için dört başı mamur, oturmuş bir çeşit “biyolojik kültür”ün olması gerekir. Bu yapıldıktan sonra, biyoloji felsefesi literatürü de daha da zenginleşecektir. En azından Türkçede böyle olacağını düşünüyorum.

İngilizce yazan bazı meslektaşlarımız da var. Örneğin, Mehmet Elgin Hoca, Çağlar Karaca Hoca, Özlem Yılmaz Silverman gibi arkadaşlarımız… En azından yurtdışında da Türklerin biyoloji felsefesi alanında bu kadar güzel makaleler yazabildiklerini gösteriyorlar. Bence bir teşekkürü de hak ediyorlar.

Bu alana ilgi duyanlar için kitap veya makale önerileriniz nelerdir?

Başta Mehmet Elgin, Çağlar Karaca, Özlem Yılmaz hocalar olmak üzere; internetten, Google’dan “biyoloji felsefesi”, “biyoloji tarihi” gibi anahtar kelimelerle aratıp buldukları tüm Türkçe yayınları takip etsinler. Ardından, ilgi alanlarına göre başta İngilizce, sonra Fransızca ve Almanca olmak üzere, diğer dillerdeki literatürle devam edebilirler. Bu alan biraz böyle şekilleniyor.

Bu arada, sadece başlığında “biyoloji felsefesi” geçen kitap sayısı tabii ki çok azdır. Sırf adına bakarak kitapları yargılamak da doğru olmaz. Adı “biyoloji felsefesi” olmayan ama konu olarak bu alanla ilgili olan pek çok kitap var. Bunlara da internet üzerinden ulaşmak mümkündür.

Röportaj için teşekkür ederim.


Referanslar

¹ https://medeniyet.academia.edu/DrMustafaYavuz
² Mustafa Yavuz, “Homeokinetik Canlılık Tasarımı”, Felsefe Dünyası, Sayı: 77-Ek, 2023, ss. 60–73.

Ana Görsel : Gardenia 


İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bilim Tarihi öğrencisiyim. Başta astronomi olmak üzere botanik, iklim, yapay zeka ve felsefe konularına ilgim var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir