Herman Melville’in Çan Kulesi

Herman Melville’in bu eserinde, insanın aşırı hırsının ve yaratma tutkusunun, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında ne gibi sonuçlar doğurabileceğini görüyoruz.

Kibir, felaketin öncüsüdür.


Kısa hikâye olarak tanımladığımız bu eser, Herman Melville’in en kısa çalışmalarından birisi. İnsanın yarattığı şeyler üzerindeki kontrolsüz gücün, nasıl hem yaratıcısını hem de eseri yok edebileceğini Melville’in harikulade kalemi sayesinde görüyoruz. Yaratıcının kendi eserine yenilmesi, gururun ve kibrin trajik sonuçlarını temsil ediyor. Her zaman kendisini yalnız hisseden bir insan olarak düşündüğüm Melville’in bu hikâyesinde de benzer bir duyguya kapıldım. Eserlerinin fark edilmesini istediğini hissettiğim bir ana tekrar tanık oldum.

Bilimkurgu dünyasının birçok çarpıcı eserini bilmemize rağmen bu eserin bilinmemesi bana garip gelmekte. Hikâyeye gelecek olursak, okumaya başladığımda büyük bir heyecan duydum çünkü Melville’in karmaşık ve derin hikâyeler anlatmadaki ustalığını daha önce de deneyimlemiştim. The Bell-Tower ise bu beklentilerimi tamamen karşıladı. İlk sayfalarından itibaren Bannadonna’nın hem büyüleyici hem de tedirgin edici karakteri beni içine çekti. Yaratıcı bir deha olan Bannadonna’nın aynı zamanda bu kadar tehlikeli ve sınır tanımaz olması, hikayeyi daha da sürükleyici kıldı.

Hikâye ilerledikçe Bannadonna’nın yaratım süreci, insanın doğaya meydan okuma ve kendi sınırlarını aşma çabalarının simgesi haline geldi. Bu süreç beni düşündürdü: İnsanlık gerçekten de yarattıkları üzerinde mutlak bir kontrol sağlayabilir mi? Bannadonna’nın kaderi, bu soruya net bir cevap gibi görünüyor. Yaratıcılığın ahlaki bir temelden yoksun olması, onun sonunu hazırladı. Talus’un (hikâyede Bannadonna tarafından üretilen ve çanın belirli saatlerde çalması için görevlendirdiği mekanik robot ) sonunda Bannadonna’ya saldırması, insanoğlunun bazen kendi yarattığı şeylerin kurbanı olabileceğini çok etkili bir şekilde ortaya koyuyor.

Beni en çok etkileyen şeylerden biri ise hikâyenin atmosferiydi. The Bell-Tower’ın kasvetli ve gizemli ortamı bir yandan gotik bir korku hikâyesini andırırken, diğer yandan insanoğlunun gelecekteki teknolojiyle olan mücadelesine dair bir metafor gibiydi. Talus’un, bir tür mekanik canavar olarak yaratılması ve yaratıcısına ihanet etmesi, bana Shelley’nin Frankenstein’ını hatırlattı. İki hikâyede de insanın kendi sınırlarını zorlamasının tehlikelerine tanık oluyoruz.

Son olarak, hikâyenin sonunda ortaya çıkan Talus’un bir makineden çok daha fazlası olduğunu hissettim. O, Bannadonna’nın hırsının, ahlaksızlığının ve doğaya karşı duyduğu üstünlük arzusunun bir yansımasıydı. Bu yüzden, Talus sadece Bannadonna’yı değil, onun ideallerini de yok etti. Bu, hikâyeye çok güçlü bir mesaj kattı: İnsanın yaratıcılığı, doğaya saygıyı unuttuğunda felakete dönüşebilir. Melville’in bu eseri, hem derin bir psikolojik analiz hem de güçlü bir toplumsal eleştiri. Eğer teknolojinin ve insan doğasının sınırlarını sorgulayan hikayeleri seviyorsanız, The Bell-Tower mutlaka okuma listenize eklemeniz gereken eserler arasında.

“Böylece kör köle, kendisinden daha kör olan efendisine itaat etti, ancak bu itaat sırasında onu öldürdü. Böylece yaratıcı, yarattığı şey tarafından yok edildi. Çan, kule için fazla ağırdı. Ve çanın en büyük zayıflığı, insanın kanının onu kusurlu hale getirdiği yerdeydi. İşte böylece kibir, felaketin öncüsüydü.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir