Töre Sivrioğlu ile Röportaj: Osmanlı’da Bilim Tarihi Üzerine

Arkeolog ve tarihçi Dr. Töre Sivrioğlu, Osmanlı’da bilim tarihi üzerine Sivil Bilim’in sorularını yanıtladı. Türkiye’nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katılan; İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi, Akdeniz medeniyetleri üzerine çeşitli araştırmaları ve kitapları bulunan Sivrioğlu, Osmanlı’nın bilim alanındaki geriliğinin esas sebebinin prekapitalist bir toplum olmasında aranması gerektiğini belirtti.


Osmanlı’da bilim derken ne kastediyoruz?

Osmanlıların kendilerine özgü bir bilim felsefesi olduğunu düşünmüyorum. Onlar geleneksel Yunanca-Arapça bilim geleneğine bağlı kalmışlardı. O halde Osmanlı’da bilim derken Yunan (Hellenistik)-Arap/İslam geleneğinin mirası ile belki kısmen Timurlular vasıtasıyla öğrenilmiş Hint-Orta Asya bilimsel mirasının karışımını, ayrıca Batı’da kullanılan anlamıyla pozitif bilimlerin Osmanlı’daki yansımalarını veya varsa muadillerini düşünüyoruz.

Osmanlı bilim zihniyetinde felsefi ekollerin bir katkısı oldu mu?

Hellen felsefesinin, Aristoculuğun ve İbn Haldun’un katkısı vardı. Ama bunlar artık dünya çapında terk edilmiş metodlar ve bilgilerdi. Yani 18. yüzyılda artık Kanun fit-tıb gibi kaynaklar ancak tarihi anlam taşıyorlardı. Osmanlılar kendi çağlarını takip etmiyorlardı. Coğrafya, matematik, astronomi gibi alanlarda Tycho Brahe ve sonrasından hemen hemen haberdar değillerdi.

Medreseleri kurumsal taraf olarak nitelendirmek doğru mu? Medreseler herhangi bir kalıcılık sağladılar mı?

Medreseler elbette kurumsaldı ama bilim alanında değil ilim alanında. Onlar için kişinin kendi varlığının amaçları önemliydi. Doğa kanunları ilgi konusu değildi. Yani medreseler aslında Platon geleneğine bağlıydılar ve buna sanıldığından daha fazla bağlılardı. İonia materyalizmi gibi pozitif bilimlerin kaynağı olan düşüncelere tamamen uzaktılar. O nedenle Rönesans’ın akılcılığına da şüpheyle yaklaştılar.

Fatih dönemini diğer dönemlerden ayırabilir miyiz?

Bilemiyorum. Tek başına padişahın etkisi topluma nasıl yön verebilir? Bir sınıf olarak ticari burjuvazi olmadan sadece Saray kaynaklı emrivaki aydınlanma çabaları kalıcı olmuyor. Fatih elbette tüm padişahlardan çok farklı bir yerde duruyor. Ama döneminde toplumun da farklı olduğunu gösteren bir bulgu yok.

Tıbbı diğer bilimlerden ayrı tutabilir miyiz?

Tıp günlük hayatta daha acil ihtiyaçlara cevap verdiğinden diğer bilimlere göre daha toleranslı olunan bir alan. Mesela normalde kadınları yabancı erkeklerden saklayan gelenekçi bir toplum, hekimlerin müdahalesini kabul etmek zorunda kalıyor. Ya da alkol karşıtlığına rağmen İbn Sina gibiler alkolün hijyen ve sağlık açısından kullanılabileceğinden söz edebiliyor. Normalde bir Müslüman bir Hristiyan kasaptan alış veriş yapmaz. Ama Ortaçağ’da Müslüman ülkelerde ve Osmanlılar’da hekimlerin çoğu Yahudi ya da Hristiyan’dı. İyi bir hekim başka bir dinden olsa da insanlar eğer onun tedavisinden memnunlarsa bunu önemsemiyorlardı. O nedenle tıp akılcı yöntemlerin ya da dinsel toleransın en geniş alanlarından birini temsil ediyordu. Bu açıdan diğer disiplinlere göre daha şanslı denilebilir. Ama sorduğunuz İslam/Osmanlı tıbbının gelişmişlik düzeyi ise pek bir fark yok. Osmanlı tıbbı Hellenistik/Arap geleneğinin çoktan demode olmuş temsilcisiydi. Diseksiyon tecrübesi azdı. Kadavra inceleme tabusu devam ediyordu. Kan dolaşımı, mikroplar, beynin rolü gibi alanlardaki bilgiler asırlar öncesi Yunan üstatların anlattıklarından müteşekkildi. Mikroskop Osmanlı’da 1860’lara kadar kullanılmadı.

Bilim topluma yayılabildi mi?

Bilim elitler arasında bile yaygın değildi ki. Elitler arasında dahi kitap okuma alışkanlığı zayıftı. Doğaya ve Dünya’ya dönük merak azdı. Osmanlı eliti (ilmiye, kalemiye erbabı) muhtemelen halk tabakasından bile daha geriydi. Osmanlı’da bilime merak salanlar sadece askeri (seyfiye) sınıfından gelenlerdi. Zira onlar “Frenklerin” top dökümü, barut kullanımı, ateşli silahlar gibi alanlardaki ilerlemelerinin farkındaydılar. O nedenle bilime en meraklı olanlar aslında okuma-yazmaları kötü olan devşirme sınıfı ve askeriye erbabıydı. Onlar da sadece pratik bilime ilgi duyuyorlardı. Teori sahibi ilmiye ise bilime şeytan icadıymış gibi şüpheyle baktı. Onlar akıl yerine sezgiyi yüceltmekteydiler. Sıradan halk bilime ve icatlara kapalıydı. Seyyahlar köylüyü saban yerine pulluk kullanmaya dahi ikna edemediklerini yazarlar.

Tüm alanları kapsayacak şekilde hangi bilim adamlarını başat sayabiliriz?

Osmanlı’da bilim adamı olarak değil de bilimin değerinin farkında olan Katip Çelebi’den (Hacı Kalfa) söz edebiliriz. Belki bir coğrafyacı olarak Piri Reis buna eklenebilir. Astronomide Takuyiddin örneği var. Ama kelimenin gerçek anlamıyla bilim insanı olanlar Hoca Tahsin Efendi gibi hayli geç zamanlarda yaşamış olanlar. Bir de Avrupa’dan kaçıp gelmiş, sonradan Müslüman olan Müteferrika gibi devşirmeler var. Ama onlar zaten yabancı futbolcular gibi. Yerli eğitimden geçmiş kimseler değiller. Zaten yerli eğitimden geçerek böyle olmaları zordu. Osmanlı’da teorik bilgiyi Avrupa’daki gibi sınayan yani kuvveden fiile geçen birini bulmak biraz zor. Yani öyle Guericke gibi kapların havasını boşaltıp deney yapan, gözlem yapan, ne bileyim sıvıları karıştırıp ölçümlerini not eden, ışığın kırılmasına kafayı takıp merceklerle ömrünü geçiren, yok kapalı kaplarda su nasıl kaynar, basınç kaç metrede ne kadar düşer diye kafayı yormuş adam tipi yok. Bilimle uğraşanlar daha ziyade teoride kalmış. Mesela iyi matematikçiler var ama deney-gözlem olmayınca bilim diyemeyiz herhalde.

Gemi teknolojisi coğrafi keşifler için yeterli olmayan Osmanlı herhangi bir çözüm üretmeye çalıştı mı?

Gemi teknolojisinde hiçbir ilerleme çabası yok. Ancak donanma Çeşme’den yakıldıktan sonra (1770) kurulan Deniz Mühendishanesi ile bazı adımlar var. Ama burada dertleri askeri donanma yoksa Dünya’da keşifler yapalım, bilinmeyen sulara yelken açalım gibi sivil ve müteşebbis faaliyetler yok. Çözüm yolları yeni yollar keşfetmek yerine skileri yeniden cazip hale getirmek. Bildikleri dünyanın değişmesine anlam veremiyorlar ve bu konuda mutsuzlar. O yüzden kapitülasyonları devreye soktular.

Osmanlı’nın son dönemindeki eğitim reformları bilim için etkili oldu mu?

Oldu elbette. Bugün tüm Müslüman aleminde Rus/Sovyet idaresi altında kalmış ülkelerin kendilerine has bazı artılarını saymazsak hemen her konuda en ileri ülke Türkiye’dir. Bunun da en büyük nedeni Osmanlı’nın son zamanlarındaki atılımlar. Mesela jeoloji, zooloji gibi bölümlerin kurulması, teleskopun yaygınlaşması, rasathanelerin yeniden açılması gibi 19. Yüzyılda yaşananların katkısı önemli.

Osmanlı’ya matbaanın geç gelmesinin bilimsel gelişmeye etkisini nasıl yorumlarsınız? Yahudilerin 1494, Ermeni ve Rumların 1627’de matbaa kurdukları ortamda Osmanlı neden 1727 yılına yani İbrahim Müteferrika’ya kadar bekledi?

Müteferrika yukarıda dediğim gibi bir Macar Protestanıydı ve onun çabası Osmanlı’da bir zihinsel sıçramaya değil; tam aksine böyle bir girişim için dışarıdan birilerinin gelmesi gerektiğine delalettir. Zaten onun çabası da akim kaldı ve matbaa aslında III. Selim zamanında yani Müteferrika’dan 50 sene kadar sonra gerçek anlamda faal hale geldi. Bu sorunun cevabı Dan Diner’ın Mühürlenmiş Zaman adlı kitabında verilmekte. Kitapta sıradan Müslüman halkın ve elitlerin kitaptan ve yazıdan nasıl çekindikleri ayrıntılı biçimde anlatılmakta. Biri öldüğü zaman hemen terekesindeki kitaplar yok ediliyor. Birinin evinde beş on kitap çıkıyorsa insanlar ondan şüphe duyuyorlar. Zaten Orlin Sabev’in araştırmaları da Osmanlı hanelerinde üç kitabı bile olan kişilerin parmakla sayılacak kadar az olduğunu ortaya koymakta. Çok okumak, çok fazla kitabı olmak, toplumda size bir önyargı oluşmasına sebep oluyor. Kitap korkusu meselesi çok boyutlu bir mesele… Belki de tarihçilerden çok ruh bilimcilerin el atması gereken bir konu.

Darülfünun’un açılmasına kadar temel bilimlere neden bir bilim gözüyle bakılmıyordu?

Bilim gözüyle bakılıyordu ama bilim küçümseniyordu. İlim kendini bilmektir sözü ile özetleyebilirsiniz. Fuzuli’nin şiirleri “bilimi” hakir görür. Gazzali de aklı değil, sezgiyi önemserdi. Yani şöyle diyorlardı: “Siz kıt aklınızla dünyayı bilemezsiniz”, dünyanın sırlarına vakıf olamazsınız. Bilgi duyularla elde edilir. Duyularımız ise bizi yanıltır. Şeytan aklımızı çeler. O halde asla bilemeyeceğimiz bir dış dünyayı anlamak için kafa yormak yerine kendi iç dünyamızda nefsimizi terbiye etmeye odaklanalım. Aslında bu yukarıda dediğim gibi İslam’dan ya da tasavvuftan da önceye uzanan bir bakış açısı. Kökleri bildiğim kadarıyla Stoacılara, Yeni Platonculara kadar gidiyor. Yani bir insanın kendi nefsini terbiye etmesi gibi “ulvi bir amaç/hedef” varken mineralleri incelemek, suyun kaç derecede kaynadığını hesaplamak gibi “boş işlerle” uğraşmayı tenkit ediyorlardı.

Osmanlı’nın gerilemesinde büyük etken yeni bilimsel gelişmeleri takip edememek veya bunlara mesafeli mi yaklaşmaktı?

Gerilemenin asıl kaynağı bana göre merkezi idarenin sivil toplumu tasallutu altında tutması ve burjuva sınıfın oluşmasına sürekli taş koymasıydı. Zaten bilimin de aslında gelişmemesinin sebebi bu. Dünyada bilim ticari ya da sınai sermayenin birikmeye başladığı yerlerde gelişmiştir. Antik Yunan kolonileri, İtalyan Rönesans kentleri, İpek Yolu üzerinde yer alan Bağdat, Semerkand vb. Buralarda para kazanmanın yolu yeni fikirler, yeni icatlardan geçer. Ama servetinizi yağma, talan, askeri seferler ya da tarımsal haraçlar gibi yatay yollardan elde ederseniz yeni teknikler bulma konusuna kafa yormanız gerekmez. Hatta bunlar sizin için risk taşırlar. Sadece askeri teknoloji müstesnadır. Talan ve haraç için o gerekli. O yüzden Felipe İspanya’sı ya da Kanuni Osmanlısı’nda sadece askeri teknoloji iyiydi. En iyi kılıçlar İspanya’da, en iyi toplar Osmanlı’da döküldü. Ama çıkrık makinesi, tahrikli, pedallı dokuma tezgahları, yün eğirme makineleri yani gerçek anlamda sermaye birikimine yol açan icatlar Hollanda’da, Britanya’da, Gucerat’ta vb. ortaya çıktı. Bu anlamda bilimsel gerilik Osmanlı’daki toplumsal gerilemenin nedeni değil, sonucu aslında.

Osmanlı’da bilim üzerine genel bir değerlendirme yapacak olursak nihai olarak nasıl bir tablo ile karşılaşırız?

İnsanlar kendilerine ne gerekiyorsa onu üretirler. Bu bakımdan Osmanlı dünyası dış dünyada işler değişene kadar kendi kendine hayli yeterli ve tatminkârdı. Bilim topluma gerekliyse, toplumsal ve ekonomik ilişkilerdeki ihtiyaç temelinde gelişir. Engels’in bir yerde dediği gibi aslında buhar makinesi 1400’lerde icat edilmişti (ki Hellenistik çağda bile buharla çalışan makineler yapıldığını biliyoruz) ama böyle bir icada o zaman ihtiyaç yoktu. Prekapitalist bir toplumda o topluma yetecek kadar bilim olması olağandır. Buna böyle bakmak lazım. Yoksa meseleyi salt eğitim, okuryazarlık eksikliği, dindarlık fazlalığı gibi üst yapısal olgularda ararız. Bu da bizi sonuçsuz bir idealist bir tartışma alanına götürür. Osmanlı zihin dünyasındaki durağanlığın etkilerini küçümsemek istemem ama zamanın insanları gerçekten de bilimin yokluğundan acı çekiyorlar mıydı, bunu bir eksiklik olarak görmekte miydiler gibi sorulara cevabım, “Hayır, bu ihtiyacı hissetmiyorlardı.” şeklindedir. Ne zamana kadar? Avrupalı komşularına savaş alanında yenilene kadar. Ancak bundan sonra bilimsel gerilikleri onlar için bir “sorun” teşkil etmeye başladı. Yani bu ihtiyaç bilimsel bir meraktan değil, dış/askeri şartların zorlamasının sonucu ortaya çıktı ve hemen hemen o alanla sınırlı kaldı. Dünya’yı bütünüyle keşfetme, anlama aşamasına ise hiçbir zaman varmadı, prekapitalist bir toplumda asla varamazdı da.

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bilim Tarihi öğrencisiyim. Başta astronomi olmak üzere botanik, iklim, yapay zeka ve felsefe konularına ilgim var.